Bu Blogda Ara

12 Ocak 2011 Çarşamba

Benim Penceremden 2010...




Acısıyla tatlısıyla bir yılı daha geride bıraktık, 2010, hafızamda derin izler bırakan bir yıl olarak, tarihime adını altın harflerle yazdırdı desem yeridir. Bunun böyle olacağı zaten 2009’un kapanışından belli idi. 2009’un son haftasını annemin ayak kırılması ile kapatmıştık. 70 yaş üzeri bir insanın, artı annem gibi 7/24 gezebilme potansiyeline sahip birinin başına gelebilecek en kötü durumlardan biriydi bu. Sonra 2010’u karşılamam da hayatımın en ilginçlerindendi, saatler gece yarısını gösterdiğinde, Sultanahmet Meydanı’nda Ayasofya ile Sultanahmet Camisi arasında yer alan meydandaki banklarda oturmuş, havai fişek gösterileri altında dua ederek yeni yılı karşılamıştım. Her zamanki gibi, kendim, ailem ve tüm sevdiklerim için “herşeyin hayırlısı”nı dileyerek yeni yılı girmiştim.

Yeni yıl, şirketteki değişimler, bir çok arkadaşımızın bankaya nakli, bir takım belirsizliklerin getirdiği sıkıntılarla boğuşarak başlamıştı. Bir yandan bu gelişmelerin yarattığı maddi ve manevi baskılar, bir yandan son dönemine girdiğim ve proje aşamasına gelen ekonomi hukuku masterımın yükü derken oldukça yoğun ve yıpratıcı bir ilk çeyrek hatırlıyorum. Bu dönemi taçlandıran tek olay ise, terfi ederek Denetim Grubu Başkanı olmamdı. Bir nebze olsun yüzümüzü güldüren bir olaydı bu, aslını isterseniz ailem ve çevrem benden daha çok sevindiler bu duruma diyebilirim. Ben olayın hammaliye kısmında olduğum için, eşek yine aynı eşek deyip olayı abartmamayı tercih eden taraf oldum… Sadece kendime terfi hediyesi olarak Sigara’ya elveda dedim ve en büyük kazanımım da bu olduJ

Yılın ilk yarısına iş stresi, ailevi hastalıklar, okul stresi, doğumlar, ölümler damgasını vurdu tabi. Yakın dostumuz Eser Tümen’in kaybı bizleri derinden üzerken; değerli dostlarım Nilgül - Nazif’in Ömer Efe’sinin ve Berna - Murat’ın Dilara’sının dünyaya gelişleri, yüzümüzü güldüren ve yaşama dair umutlandıran gelişmelerdi. İşte yaşam böyle bir şey; hastalıklar, ölümler, doğumlar, evlenmeler, boşanmalar, küslükler, barışmalar hepsi bizler için, hepsi birer gerçeklik…

Yılın ilk yarısı bittiğinde, mezuniyet projesini oldukça cefalı geçen, geceli gündüzlü çalışmalar sonrasında atlatabilmiş olmanın verdiği haz ve mutluluk ile tatile çıkmayı hak etmiştim…Yıllık iznimi kullanmak ve kuzenimin düğününe katılmak üzere Samsun’a gittim. 2010’un en büyük sürprizlerini asıl yeni yeni hazırladığını nereden bilebilirdim ki…

Samsun’a vardığımda annemin artık yavaş yavaş toparlandığını görmek sevindirici bir gelişmeydi. Ancak hayretle karşıladığım bir durum vardı ortada, babam birkaç ay önce bıraktığım insan değildi. Sanki Babam gitmiş, yerine bir Dede gelmişti. Hayatımda ilk defa hiçbir hastalık yakıştıramadığım insanı, böylesi ağırlaşmış ve durulmuş görmenin şokunu üzerimden atamadığımı hatırlıyorum. Babam her zamanki gibi klasik Samsun, Çarşamba, Sanayi turlarımda ve çiftlik ziyaretlerimde benimleydi. Ama son derece farklı bir insan olarak, o her gittiğimiz yerde 10 dakikadan fazla duramayan canı tez adam gitmiş, bıraktığın yerden kalkmayan, sen ne dersen onu dinleyen mülayim bir adam gelmişti. Nerden bilebilirdim bu seyahatlerimizin onunla yaptığım veda ziyaretleri olduğunu...

Ablamı ve yeğenlerimi de alıp İstanbul’a dönmeye hazırlanırken içimde çok tuhaf bir his vardı. Bir yandan, hem annemle hem de babamla en az evlatları ile ilgilenir gibi ilgilenen İnanç’ın, biraz olsun kafasını dağıtması için İstanbula getirmek isteğinde; bir yandan da babamı bu halde bırakıp gelmemesi gerektiği düşüncesinde idim. Dönüş programımıza bir gün kala, babam da zaten bizleri göndermemek üzere yaptığı o acı planı devreye sokmuş; son 5 yılını alzheimer denen illet ile mücadeleyle geçiren babam, hazır tüm sevdikleri bir aradayken veda etmeyi aklına koymuştu. Yoğun bakım ve servis dahil sadece 5 günde her zamanki tezcanlılığıyla bizleri terk edip gitmişti babam…

İnsanın ebeveynleriyle arasında yaş farkının çok olmasının ne demek olduğunu bizzat yaşayarak öğrenmiş birisiyimdir. Eskiden bu durumun daha çok olumsuz yönlerine konsantre olduğumu itiraf etmek isterim. Ancak gelin görün ki, hayata akranlarından daha olgun bakabilmeyi becermek ve erken büyümek zorunda olmak gibi bir tecrübe kazandırdığı da bir gerçek.

Ölüm gerçeğini, daha çok küçük yaşlarımda idrak etmiş, fazlasıyla kanıksamış birisi olmama rağmen, babamın kaybı hala kabul edilebilir bir durum değil bende. 1 Temmuz 2010 sabahı saat 04:00’de baban fenalaşmış diye beni arayan Levent’in sesi nasıl kulaklarımdan gitmiyorsa, o gün bugündür de babam aklımdan çıkmıyor…

2010’a girerken babam için ettiğim duada herkes gibi onun için de hakkında hayırlısını dilemiştim. Dualarım kabul olmuş ki, 81 yıllık ömrünü dimdik ayakta yaşayan, hiç kimseye muhtaç olmadan yürüten ve nihayetlendiren bir insan oldu babam. Bizlere ailesi ve evlatları olarak sadece birer gece hastane macerası yaşattı ve gitti… Nur içinde yat babacım, ben senden öğrendiklerimle, hayatıma adam gibi adam olarak devam ediyorum… Dilerim bizler de bundan sonra senin gibi dik yaşar dik ölürüz… 


2010’un en derin iz bırakan olayı hiç şüphesiz babamın kaybı oldu benim için. Sonrasındaki yalnızlığım, kalabalıklar içerisindeki yalnızlığım, her kayıptan sonra hayatı sorgulayan yanımla, kendimle başbaşa kalma isteğimin tavan yaptığı bir döneme girdim. Bekar ve yalnız olup da benim kadar yalnız kalmayı özleyen başka bir insan var mıdır bilmiyorum. Yaşanılan zor süreçlerde insan en değer verdiklerini yanında görmek istiyor. Çok şanslıyım ki, ben hepsi ile bu süreçlerimi atlatabilme fırsatını yakaladım. Arada fireler oldu tabiki de ama, onlar da kalbimizde ve hafızamızda unutulmayanlar arasında yerini aldı.

Malesef, hayatın gerçeklerinden olan ölüm ailemizi, yakınlarımızı, çevremizi yalnız bırakmadı. Yılın son çeyreğine çok değerli dostumuz, yakışıklılar yakışıklısı Hakkı Yılmaz ağbimin; çok genç yaşta evlat acısını da gören ve Cino’suna kavuşmak için acele eden kuzenim İlhan Semizoğlu’nun ve değerli iş arkadaşım Berna Akdağ’ın ağbisi, akademisyen Bülent Akdağ’ın zamansız terkedişleri damgasını vurdu. Bir icmal yaptığımda, gelenler gidenlerden az olduğuna göre bu sene hakikaten üzücü bir yıl olmuş diyebilirim…

Neyse, gelen gideni aratmaz umarım… Gidenlere gittikleri yerlerde ışıklar içerisinde bir yaşam diliyorum… Kalanlara ise, ruh ve beden sağlığı…. Gerisi cidden boş, hem de bomboş…



15 Şubat 2010 Pazartesi

OTUZUNDAN SONRA YAPAMADIĞIN TEK ŞEY

İnsan 30 yaşından sonra arkadaş yapamıyor kendine.
Koca yapıyor, karı yapıyor, çocuk yapıyor, arkadaş yapamıyor.
Yapsa da eskiler gibi olmuyor.
Halbuki uykuya dalar gibi arkadaş olurduk okuldayken.
Arkadaş olmak için yaratılmış gibiydik.
Bir hafta içinde böbrek verecek hale gelirdik.
Neden olmuyor bu işler 30 'undan sonra ?
Neden olamıyor ?
Oysa o ne güzel bir iştah, o ne güzel bir açlıktı...
Herkes herkese açtı. Seçer, bulur buluştururduk "ruh ikizlerimizi."
Ne de çok ruhtaşımız vardı. Hiç açıkta kaldığımı hatırlamıyorum.
Ruhumun güzel bir ikizi mutlaka olurdu yanı başımda.
Ölümüne sevdiğim, uğrunda her şeyi göze alabileceğim,
her şeyiyle güzel, her şeyiyle doğru, her şeyiyle kabul ettiğim...
Basbayağı bir aşkla bağlı olduğum...

Şimdi ne zor. Herkes kapalı kutu.
Herkes kapanmış, kaplumbağa olmuş.
Bir kahve içimi zorlu randevulara bakıyor.
Yatıya kalmak bir tabu.
Evler de gönüller de sımsıkı kapalı.
Gençliğin en çok bu yanını özlüyorum.
Ne güzelliğini, ne diriliğini, ne başıboşluğunu.
Aynı yazarı, aynı şairi seviyoruz diye kuruluveren dostlukları özlüyorum.
Birbirimize yazdığımız o uzun, o sapıklık derecesindeki ayrıntılı mektupları
özlüyorum.
Birbirimizi eleştirmeyişimizi özlüyorum.
Birbirimizin dedikodusunu yapmayışımızı özlüyorum.
Sevgili olarak kimseleri yakıştırmayışımızı özlüyorum.
Arkadaşımı koruyacağım diye annemle yaptığım şiddetli kavgaları özlüyorum.
Kavgayı değilse de kavganın altındaki ruhu özlüyorum.
Dünyaya karşı arkadaşımın koruyucu meleği olmayı özlüyorum.
Veya öyle olduğumu sanmayı...

Çocuğum olsaydı tek bir arkadaşında bile kusur bulmayacaktım.
Öyle söz vermiştim kendime.
Bırakacaktım arkadaşlık uykusunda mışıl mışıl uyusunlar.
Bırakacaktım eve istedikleri gibi girip çıksınlar.
Bırakacaktım istedikleri gibi buzdolabını talan etsinler.
Bırakacaktım istedikleri gibi sevsinler birbirlerini.
Tek bir laf etmeyecektim.
Kimseyi evine yollamayacaktım.
Kızımın arkadaşı kızım, oğlumun arkadaşı oğlum olacaktı.

30'undan sonra arkadaş yapılamıyor.
Kötülükten değil. Başka bir şey.
Ama neden çözemiyorum...

11 Şubat 2010 Perşembe

Japon Balıkçıları Ve Felsefeleri

Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir.  Fakat Japonya sahillerinde bol balık bulmak mümkün olmamaktadır. Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek için daha büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açılabilmişlerdir.

Balık için uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur. Dönüş bir-iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kaybolmaktadır.  Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir.

Bu problemi çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardır. Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi.


Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını hissedebiliyordu. Ve donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyorlardı.


Balıkçılar bu defa teknelerine balık  akvaryumları yaptırdılar.

Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta birbirlerine çarpa çarpa birazda aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi.

Japon halkı canlı olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlayabiliyorlardı. Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri hareketli taze balığa göre lezzeti yine de etkilenmişti.


Balıkçılar nasıl olacakta Japonya'ya taze lezzetli balığı getirebileceklerdi?

Siz olsaydınız ne yapardınız?


Hedeflerinize ulaşır ulaşmaz, mesela mükemmel bir  eş buldunuz veya çok başarılı bir firmaya girdiniz, borçları ödediniz v.s.
Heyecanınız kaybolmaya başlamaz mı? Aşırı çalışmanız gerekmiyorsa rahatlamaz mısınız?
 Lotoda büyük ikramiyeyi kaza nanlar parayı savurmaya başlamaz mı?

Japonların taze balık probleminde olduğu gibi çözüm aslında basittir.


1950'lerde L.Ron Hubbart! 'ın gözlemlediği üzere:


İnsanoğlu ancak hırs iddiası içinde bulunursa anormal çabalar sarf eder. Ne kadar akıllı, uzman, inatçı iseniz iyi bir problemle uğraşmaktan o kadar zevk alırsınız!



Problem sizi ne kadar zorluyorsa ve siz onu adım adım çözebiliyorsanız bundan da o derece mutluluk duyarsınız,
heyecan duyarsınız ve enerji dolu, canlı, ayakta kalırsınız.



Japonlarda ! balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular,
ancak içine küçük bir de köpekbalığı attılar. Bir miktar balık köpekbalığı tarafından yutulmuştu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabilmişlerdi.



Buradan da görüleceği üzere sorunlardan kaçmaktansa, onların içine dalıp, boğuşmak ve çözümler üretmek gerekir


Sorunlar çok ve çeşitli olabilir.


Ümitsiz olmayın.



Onları tanıyın, organize edin, kararlı olun, daha çok bilgi ve yardım desteği ile onları amacınız doğrultusunda çözülmeye zorlayın.
 Kafanızın içine bir köpekbalığı atın ki, sorunlarınız ve çözümleriniz yenilenip diri kalsınlar; bu da hayatın kendisi oluyor zaten...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Hayat Penceresi

Genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş. Kadın kocasına "Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor." demiş. Kocası ona bakmış, hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.

Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş.

Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış "Bak" demiş kocasına "Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?'"

"Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim" diye cevap vermiş kocası.

Hayatta da böyle değil midir ?

Başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır. Birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya başlamadan önce zihin durumumuza bakmak ve "iyi" olanı görmeye hazır olup olmadığımızı farketmek güzel bir fikir olabilir...


Alıntı...

2 Şubat 2010 Salı

Eser Tümen'in Ardından...

Geçen hafta bugün, çok yakın bir aile dostumuzu, ailesi ile birlikte yurt dışında tatildeyken geçirdiği bir kalp krizi sonucu kaybettik. Hem ailemiz ve sevenleri, hem de ülkemiz için büyük ve ani bir kayıp oldu Eser Tümen'in gidişi. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun...

Yaşadığı her kayıpta hayatı sorgulayan, her tanıdık cenazesinden sonra da kendince dersler çıkaran ruh halimle, Eser amcanın kaybı beni tekrar bu yüzleşmelerin içine itti. Kendisini anne ve babamın anlattıkları gençlik hikayelerinden yakınen tanımama rağmen,  fiilen tanışmam, lise yıllarımın başında,  Caddebostan'daki Köşk'üne ailecek gittiğimiz akşam yemeğinde olmuştu. O zamanlardan aklımda kalan, böylesi bir servete rağmen mütevaziliğin, içtenliğin, sıcaklığın ve gerçek samimiyetin insanı nasıl özel hissettirdiği duygusuydu. Bir de hayatımda sadece büyük barlarda gördüğüm bir amerikan bar ve dev ekran televizyon aklımda kalmış:) Sonrasında bizimkilerle her İstanbul'a gidişimizde evinde veya işinde ziyaret ettiğimiz, hep samimiyeti ve içtenliği ile hatırladığım bir insan oldu Eser Tümen.

Üniversite'yi bitirdiğimde, kıt kanaat ingilizcemin yetmeyeceğini anlayınca, yurt dışında İngilizce kursuna gitmeye karar verdiğmde, akıl danıştığımız insan yine Eser Tümen olmuştu. Bana "kaç ay kalmak istiyorsun İngiltere'de" diye sorduğunda "6 ay yeter" amca demiştim. Ne biliyorsam artık:) "Oğlum 6 ayda en fazla Upper Intermediate olursun, yeter mi sana" dediğinde, ben ne demek istediğini anlamamıştım. Sanki yurt dışında elinde sihirli değneği olan birileri var, gider gitmez ingilizce öğreneceksin sanan biriymişim ben. Bunu da Cambridge'de geçirdiğim günlerde falzasıyla öğrendim ve Eser amcanın dediği gibi Upper düzeyde geri döndüm... Tabiki yetersizmiş ama benim profesyonel hayata atılmamda yetti. O kadar:)

Yurtdışı dönüşü, Eser amca, "Oğlum nasıl bir iş istiyorsun, gelecekten beklentin ne, düşündün mü? Maksat para kazanmak olmamalı, senin gibi adam zaten para kazanır ama 10 - 15 yıl sonra geri dönüp baktığında kendine bir şey katamadığın bir işte çalışsan nolur çalışmasan nolur" dediğinde afallayıp kaldığımı hatırlıyorum. O zamanki aklıyla, üniversiteyi bitirmeyi hedef koymuş, askerliğini aradan çıkarmış, artık kendi ayakları üzerinde durup para kazanması gerektiği beklenilen bir insan için bu soru biraz fazla gelmişti. Cevap da veremedim zaten:)

Tüm bu anlattıklarımı neden anlattım biliyormusunuz? Geniş ufuklu, gelecek öngörüsü yüksek, attığı adımları bir sonrasını da hesap ederek atabilmenin ne denli önemli olduğunu, belki de hiç farkında olmadan ben bu süreçlerde öğrendim. Eser amca, belki de hiç farkında olmadan benim bakış açımda bu yönde emeği olan bir insan oldu.

Vefatının ardından, basında çıkan bir çok haberde ve bazı  köşe yazarlarının onun hakkındaki görüşlerini okuduğumda, bir kez daha farkına vardım ki, benim gibi niceleri varmış hayatında doğrudan veya dolaylı etkilediği. Kalite'nin insan hayatında ne denli önemli olduğunu, başarılı olmanın çok para kazanmak değil, paylaşımcı olmak, aile babası olmak, dost olmak, insanlar için gerçek değer olabilmek olduğunu anladım birkez daha.

Her ölüm erken ölüm ancak, Eser Tümen'inki  hayatındaki herkes için gerçekten erken bir ölüm bence...

Ruhun şad olsun, yattığın yer ışık olsun Eser amcacım, Allah bizlere de senin gibi bir değer olarak bu dünyadan göçmeyi nasip etsin...

21 Ocak 2010 Perşembe

Asıl Eksiklik...



Asıl eksiklik, eksik olduğumuzu düşünmekti.


Asıl eksiklik, çareyi başkasında aramaktı.

Hayatın matematiği farklı; iki yarımı toplayınca bir etmiyor.

İnsan tek başına mutsuzsa başka biriyle de mutlu olamıyor.

Önce yalnızdık.

9 ay boyunca karanlık bir yerde dışarı çıkmayı bekledik ve dünyaya ağlayarak geldik.

Pişman gibiydik.

Ya da mecburen gelmiş gibi.

Biraz büyüdükten sonra, kendimizi bildiğimiz anda,

içimizi kemiren, kalbimizi kurcalayan o tuhaf duyguyu hissettik:

Bir yerde bir eksik var.

Korktuk.

"Bunun sebebi ne?" diye sorduk kendimize.

Cevabı yapıştırdık:

Demek ki sahip olmadığımız bir şeyler var.

O yüzden eksiklik hissediyoruz.

"Peki, neye sahip olmamız gerekiyor?

Çocukken,"yaşımız küçük" diye düşündük.

Her istediğimizi yapamıyoruz.

Kurallar, yasaklar var.

Büyüyünce her şey yoluna girecek.

Büyüdükçe bir şey değişmedi.

Yine huzursuzduk.

İçimizden bir ses aynı sözcükleri fısıldıyordu:

Bir eksik var.

"Kafamız karıştı''...

Nasıl kurtulacağız bu iğrenç duygudan?

Nasıl geçecek bu?

Aklımıza yeni cevaplar geldi:

Okulu bitirince geçecek.

İşe girince geçecek.

Para kazanınca geçecek.

Tatile gidince geçecek...

Okulu bitirdik.

Diploma aldık.

İşe girdik.

Kartvizit aldık.

Çalıştık.

Para kazandık.

Taşındık.

Araba aldık.

Çalıştık.

Eve yeni eşyalar aldık.

Tatile gittik.

Dans ettik.

Terfi ettik.

Kartviziti değiştirdik.

Daha çok çalıştık.

Daha çok para kazandık.

Çalıştık.

Çalıştık...

Geçmedi.

"Bir yerde bir eksik var" hissi, hala orada duruyordu.

Bu sefer de "Sevgilimiz olunca geçecek" dedik.

Yalnızlığımız sona erince bu illetten kurtulacağız.

"Beklemeye başladık''.

Derken, biri çıktı karşımıza.

Aşık olduk.

Ve anında başka biri olduk.

Daha güçlü, daha güzel, daha akıllı biri.

Hesap cüzdanları,kartvizitler, hatta ilaçlar bile böyle hissetmemizi sağlamamıştı.

Sevgilimizin gözlerinde, daha önce bize verilmemiş kadar büyük sevgi ve hayranlık gördük.

Sevgilimizin gözlerinde Tanrı'yı gördük.

Işığı gördük.

"Tünelin ucundaki ışık bu olmalı" diye düşündük "kurtulduk"...

Sonra bir gün, daha dün bize deli gibi aşık olan insan çekip gidi verdi.

Ya da artık eskisi gibi sevmediğini söyledi.

Ya da başka birine aşık olduğunu söyledi.

Ya da daha kötüsü, başka birine aşık oldu ama söylemedi.

Telefonu açmamasından, elimizi tutmamasından, anladık, bir terslik olduğunu...

Belki de sevmekten vazgeçen veya terk eden sevgilimiz değildi, bizdik.

Fark etmez.

Sonuçta aşk bitti.

Şimdi her yer bomboş.

Şimdi tekrar yalnızız.

Başladığımız yere döndük.

Yıllarca uğraştık, eksiğin ne olduğunu bulamadık.

Hâlbuki her şeyi denedik, her yere baktık.

Öyle mi?

Bakmadığımız bir yer kaldı.

İçimize bakmadık.

Eksik parçayı dışarıda aradık ama içimizde saklı olabileceğini akıl etmedik.

Birilerini sevdik, birileri bizi sevsin diye uğraştık ama kendimizi sevmedik.

Şaşıracak bir şey yok, tabi ki sevmedik.

Kendimizi sevsek bu kadar koşturur muyduk?

Canımız yanmasın diye duvarların ardına saklanırmıydık?

Kendimizi boş sanıp doldurmaya uğraşır mıydık?

Terk edilmekten korkar mıydık?

Asıl eksiklik, eksik olduğumuzu düşünmekti.

Asıl eksiklik, çareyi başkasında aramaktı.

Hayatın matematiği farklı; iki yarımı toplayınca bir etmiyor.

İnsan tek başına mutsuzsa başka biriyle de mutlu olamıyor.

'Herkes beni sevsin' diye uğraşınca kimse gerçekten sevmiyor,

herkes sevgisine şart koyuyor, sınır koyuyor.

Oysa "kendime duyduğum sevgi bana yeter" diye düşününce,

kendimizi olduğumuz gibi kabullenince yarım tamamlanıyor.

Her şey bir oluyor.

İşte o zaman perde aralanıyor.

Acı diniyor.

İşte o zaman başka biriyle biraraya gelerek,

hesabın kitabın, korkunun kaygının hüküm sürdüğü sahte bir sevgi yerine,

gerçek bir sevgi yaratılabiliyor...



CAN DÜNDAR

19 Ocak 2010 Salı

Traji Komik:)


"Bellek" üzerine yaptığı çalışmalarla 2009 Nobel Tıp ödülünü alan Dr. Jonathan Benson'dan:


Bugün dünyada Viagra' ya ve meme silikonlarına, Alzheimer hastalığı araştırmalarından beş kat fazla yatırım yapılmakta.


Bu yüzden, birkaç yıl sonra etraf dik memeli yaşlı kadınlar ve sert penisli yaşlı erkeklerle dolacak ama onlar bunun ne işe yaradığını hatırlamayacaklar.

15 Ocak 2010 Cuma

GÜNÜN SÖZÜ...




DÜŞÜNDÜĞÜNÜZ,
SÖYLEMEK İSTEDİĞİNİZ,
SÖYLEDİĞİNİZİ SANDIĞINIZ,
SÖYLEDİĞİNİZ,
KARŞINIZDAKİNİN DUYMAK İSTEDİĞİ,
DUYDUĞU,
ANLAMAK İSTEDİĞİ,
ANLADIĞINI SANDIĞI,
ANLADIĞI...


TÜM BUNLAR ARASINDA FARKLAR VARDIR.


KISACA BİRBİRİMİZİ YANLIŞ ANLAMAK İÇİN 9 İHTİMAL VARDIR.


SYLVİANE HERPİN

14 Ocak 2010 Perşembe

Bir de bu tavsiyelere dikkate alalım:)


ABD'li ünlü komedyen George Carlin 'in tavsiyelerinden yararlanmaya ne dersiniz?







1. ''Zorunlu olmayan sayıları çöpe atın: yaş, kilo, boy.


Doktorunuz düşünsün onları. Bunun için ücret alıyor sizden.






2. Sadece neşeli arkadaşlarınız olsun. Suratsızlar sizi aşağı çeker.






3. Öğrenmeyi sürdürün: Bilgisayar, el sanatları, bahçecilik, ne olursa. Beyniniz âtıl kalmasın. Âtıl kafa, iblisin tezgâhıdır. İblisin adı da, alzheimer'dır.






4. Küçük şeylerden zevk almaya bakın.






5. Sık sık, uzun uzun, vargücünüzle gülün. Soluksuz kalıncaya kadar gülün.






6. Gözyaşları olacaktır. Katlanın, yas tutun, başka yaşantılara geçin.






7. Sevdiklerinizle doldurun çevrenizi, aile, kedi, köpek, kuş, balık, yadigârlar, müzik, bitkiler, hobiler, ne olursa. Eviniz sığınağınızdır.






8. Sağlığınızın kıymetini bilin. İyiyse üstüne titreyin. Bozuksa düzeltin. Siz kendiniz düzeltemiyorsanız yardım sağlayın.






9. Vicdan azabından uzak durun. Çarşı pazarda gezin, komşu illerde dış ülkelerde dolaşın, ama sakın suçluluk, pişmanlık duygusuna yönelmeyin.






10. Sevdiğiniz insanlara, onları sevdiğinizi söyleyin her fırsatta.


Ve hiç unutmayın ki yaşam, aldığımız soluklarla değil, soluk kesen anlarla ölçülür.

13 Ocak 2010 Çarşamba

SORUNLARDAN DERS ALMAK

Her insanın hayatında çözülmesi gereken, bedensel, duygusal, zihinsel ve ruhsal rahatsızlıklar veya sorunlar olabilir. Çoğu insan bu rahatsızlıkların sebebini araştırır. “Niçin bu durum benim başıma geldi?” diyerek yakınır durur. Bu düşünce tarzı ile sorunlar daha da büyür; hatta gerçek sorunlar başlar. Önemli olan, bir problemin niçin ve ne şekilde başımıza geldiği değil, onunla nasıl başa çıkacağımızdır.


Güçlü insan, sorunlara yoğunlaşır, çaresiz duruma düşmez. O, sorunları kişisel gelişim yolculuğunu aydınlatan bir rehber olarak görür. Bunu başaran kişi için artık sorun da yoktur. Güçlü insan da gün gelir ağır problemlerle karşılaşır ve bu problemler yüzünden hayatı felç olabilir. İster maddi kayıplar, ister sevdiklerinin kaybı olsun, insan büyük olaylar karşısında kendine biraz daha yaklaşır.

Sorunları acıya dönüştüren insanın kendisidir. Acı duyma kişisel bir tepkidir. Bu acı, başkalarının olumsuz tutumları yüzünden ortaya çıkmaz. Acıyı ortaya çıkaran, sorunsuz bir hayat yaşama arzusudur. Oysa sorunlar ve acılar, farkında oluş ve uyanış için dinamik bir güçtür. Diş ağrısı olmasa, dişimizin çürüdüğünü nasıl anlayabiliriz? Aynı şekilde duygusal bakımdan çektiğimiz acılar olmasa nasıl tekâmül edebiliriz. Bu yüzden sorunların varlığına yoğunlaşmaktan ziyade, onlardan öğrenebileceklerimiz üzerinde durmamız gerekir. O zaman sorunun değil, çözümün bir parçası oluruz.

Çoğu insan acılardan kaçarak her zaman neşe içinde yaşamaya çalışır; ama bu arzu denge yasasına aykırıdır. Bilindiği gibi, her sistem bulabildiği herhangi bir yolla dengeye kavuşmak ister. Evrende neşe varsa, acı da olacaktır. Neşeyi isteyen aynı zamanda acıyı da istemiş olmalı. Bunun gibi hayat da dengelenmiş kutuplardan oluşur.

İnsanın başına ne gelmişse, onun tekâmülü içindir. Evrende sebepsiz hiçbir şey olmaz. Sorunlar insanın güçlenmesi için vardır. Fırtınalı denizlerde büyük kaptanlar yetişir. İşte gerçekleri fark edemeyen insan kendi kendine sorun olur. Sorun, düşük bilinç merkezinde olmaktır. Vadiden bakan kişi kendini çevreleyen güzellikleri fark edemez. Acılara gelişme fırsatı olarak bakan kimse, her zaman denge insanıdır. Bilge kişiler, kavgalı ve ıstırap dolu ortamlarda bile dengelerini korurlar.

O halde, sorunlarla karşılaşan kimse bunların kaynağını dış dünyada değil, kendinde aramalı. Başka bir ifade ile herkes sorun olarak kendini görmeli. Başkasını sorun olarak görmek, o kişiye doğru gereksiz enerji harcanmasına sebep olur. Esas sorun, sorun çıkaran kişiyle nasıl ilişki kurulduğudur. İnsan çekmiş olduğu acıları yine kendisi tamir edebilir. O güç her insanda vardır. Bu acıyı dindirme süreci, kişiyi güçlendirir.

Bilgelik yolculuğundaki kişi yükünü bir kenara atmaz, onun değerini bilir. Bu yükün veya sorunların içi fırsatlarla doludur. Sorunlar, gelişimin bir parçasıdır. Geçmişte yaşadığımız acı dolu olaylar gelişmemizin yolunu açmadı mı? Unutmayalım: Eğer istediğimiz şey olmazsa daha iyisi olacaktır. Evren iyi olduğu için içindeki olaylar da iyidir. Bunu fark edelim.

(Dr. Zülfikar Özkan’ın “Bilgeliğe Yöneliş” adlı kitabından alıntıdır.)